Kimse yayınlamıyorsa ben yayınlarım gezi yazıları 1: Paris Görkemli ve Kalabalık

Paris dünyanın en büyük metropollerinden biri ve görkemli bir şehir kuşkusuz. Ancak Teoman'ın İstanbul için söylediklerini Paris için de söylemek mümkün: yorgun ve yaşlanmış biraz kilo almış. 

Fransa'ya dair filmlerden izlenimleriniz dParis-Charles de Gaulle Havalimanına adım attığınız anda değişiyor. Hayatımda böyle keşmekeş ve kirliliği başka hiçbir yerde görmedim. Çantanıza ve kendinize sahip çıkın. Havalanından çıkıp İzmir'in İzban'ına benzeyen hafif raylı sistem aracına bindiğimde izlenimim daha kötüleşti. Kliması olmayan son derece eski bir araçta sallana sallana metro aktarmasına dek yol aldık. Kaldığım ev Paris'in bir hayli merkeziydi Paris Büyük Cami'sine hayli yakındım (Un beau matin'de Sandra karakterinin küçük evi tam da bu Camiyi görür) yürüyerek Bastille meydanına ya da Notre Damme'a gidebiliyordum.

Kaldığım evin 20.yy başındaki görüntüsü ve evde yaşayan kadın. İkinci fotoğraf evin bugünkü hali üçüncü fotoğraf ise evin avlusu. Her binanın böyle bir avlusu var

Paris Büyük Camii, Paris'in Quartier Latin mahallesinde. Fransa'da inşa edilmiş ilk cami. I. Dünya Savaşı sırasında Fransız kolonilerinde Almanlara karşı savaşan Müslümanların anısına Fransız hükûmeti tarafından inşa edilerek 1926'da hizmete girer. Caminin bahçesi Parislilerin popüler buluşma mekanlarınddan biri. Fotoğrafta yer alan genç kadın ise Agens Varda'nın mezarı başında tanışıp arkadaş olduğum Afina Zhurba

Şehir merkezi ne yazık ki çok pis. Önceden uyarısını aldığım iri farelerle çok şükür karşılaşmadım. Ancak şehrin pisliği (şahsen İzmir Alsancak ya da Karşıyaka'dan tanıdık olduğum pisliğin aynısı ama insan Paris'te görünce şaşırıyor), Fransızların aslında ekonomik sorunları olan bir ulus olması beni şaşırttı. Şehrin döküldüğünü söyleyebilirim. ve evet efsane doğru Fransızlar İngilizce konuşmuyor  İngilizce bilmedikleri için mi konuşmuyorlar yoksa Fransızca'nın tıpkı İngilizce gibi yaygın kullanılması gereken bir dil olduğunu düşündükleri için mi konuşmuyorlar bunu 10 günde çözemedim. 

  
     Panthéon ve Midnight in Paris filminde gördüğümüz Saint Etienne-du-Mont Kilisesi 

Müzelere giriş ücretli olduğu için büyük müzelerden Orsay'a halk gününde, sıcağın altında uzun saatler boyu bekleyerek girebildim ve çoook sevdiğim izlenimci ressamların çoğu eserini görebildim. Hatta Van Gogh'un kendi otoportresi dahil en ünlü birkaç eseri de buradaydı (Van Gogh'un eserlerinin çoğunun Amsterdam'da sergilendiğini hatırlatayım)
          
                
güneşin altnda sonu görünmeyen bir insan kalabalığı. şemsiyelerle başımıza güneş geçmesin diye türlü çeşit çözümlerle bilmiyorum kaç saat bekledik.. değdi mi değdi

 

Maximilien Luce'un A street in Paris in May 1871 ve canım Monet'nin Poppies'i

Zaten şehrin kendisi de geniş trafiğe kapalı caddeleriyle, Pantheon ya da Sorbonne gibi anıt binalarla adeta bir açık müze gibi. Bir de Pere Lachaise ve Montparnasse gibi ünlü mezarlıkları da listeye eklemem gerek. Bu mezarlıklar dahi başlıbaşına sanat eseri. Agnes Varda ve Simone de Beauvoir'i ziyaret etmek benim için çok önemliydi. Hatta Agnes Varda'nın mezarı başında arkadaş edindim.
          
sol üstte Agnes Varda'nın evinin önü (hatta evi boşaltan oğlu ve kızıyla karşılaştık yüzsüz biçimde zili çaldım ısrarla eve girme talebimizi reddettiler) yanında Agnes Varda'nın mezarı..patatesler Varda'nın Toplayıcılar adlı belgeseline bir saygı duruşu, sol alt köşede S
imone de Beauvoir ve JP Sartre'ın mezarı, seçilmiyor olabilir ama mezar taşında öpücükler var Fransa'da mezar taşlarına öpücük izi bırakılıyor. Yanında Jim Morrison'un önüne bariyerler konulmuş mezarı. Adamın ölüsüne bile huzur vermedilerse demek..

       
                       sol başta bir okulun girişi, en sağda ise meşhur odette pastanesi  
                   
Paris'te duvarlarda lego ya da mozikle, ayna ile yapılmış birçok duvar sanatı görebilirsiniz. Garafiti demeye dilim varmadı çünkü değil.. En sağdaki duvar resmi Nina Simone..

          

Kapanışı Montmartre (Ressamlar) Tepesi ve Sacre Coeur Bazilikasıyla yapayım.. Buraya ressamlar tepesi denmesinin sebebi izlenimci çoğu ressamın evinin ve atölyesinin burada olmasından kaynaklanıyor.


    Meraklısına not: Fotoğraflar benim tarafımdan Canon 500D ile çekildi ve              boyutu küçültülerek sayfaya eklendi. 

Kimse yayınlamıyorsa ben yayınlarım gezi yazıları 1: Helsinki Mon Amour


Helsinki Avrupa şehirleri söz konusu olunca popüler anlamda en az ilgi çeken şehirlerden biri. Oysa gittiğimde en sevdiğim şehirler arasında ilk sıraya yerleşti. Bunda Aki Kaurismaki sevgimin payı yadsınamaz elbette. Kaurismaki demişken kardeşiyle birlikte işlettikleri Kino Laika Helsinki'ye bir saat uzaklıkta. Ne yazık ki gidemedim orası ayrı

Sibirya kökenli bir halk olan Finler, 19.yyda Rus çarlığına bağlı yaşamaya başlıyorlar 1917 yılına dek. Ülkede Sovyet etkisi mimaride ve genel olarak kentin düzenlenmesinde (meydanlarda anıtlarda vs) göze çarpıyor. 

       

Çok temiz bir havası var, her yerde kedi boyunda martılar dolanıyor. insan çok az. Son derece yeşil özellikle havalanından şehre gelirken gözünüz yeşile doyuyor  ve gecenin hangi saati olursa olsun arkanıza bakmadan rahatça gezebileceğiniz bir şehir Helsinki. Ulaşım pratik, bir tramvayla her yere gitmek mümkün. Müzecilik gelişmiş, ülkenin geçmişiyle yüzleştiği modern sanat eserlerini ya da klasik eserlerini görmeniz mümkün. Keçe ve cam üzerine çalışıyorlar bu ürünleri alabileceğiniz çok sayıda dükkan mevcut. 

       

Şehirde dükkanlar ya da insanlar gösterişten bir hayli uzak. Örneğin Paris Champs Elysées tarzı bir gösteriş sınıfsal anlamda Helsinki'de yok. Bu durumun yine ülkenin Sovyet geçmişi ile ve ekonomi politikalarıyla ilgili olduğunu var saymak mümkün. Binalar yenilenmemiş, yeni binaysa yok gibi bir şey. 

Finlandiya'ya dair tek olumsuz deneyimim ülkeye girişte ve dahi çıkışta pasaport görevlilerinin suratsız sessiz eziyetleriydi. Belgeleri saatler boyunca inceleyip yüzüme sessiz ve yargılayıcı biçimde bakmaları sırat köprüsünden geçmek ve sabır sınavı gibiydi. 

 


Kentte güneş ve sıcak hava az rastlanan bir şey olduğundan ilk fırsatta bikinilerle güneşleniyorlar. Aşağıdaki ahşap kapılar bir asansöre ait, binaların eski haliyle korunduklarını göstermek için ekledim. Üstte de büyük bir kitapçının ağır demir kapılardan oluşan girişini görebilirsiniz. 






Meraklısına Not: Fotoğrafları Canon Eos 500D ile çektim.


Üç Yönetmen, Üç Kişisel Kayıp ve Travma Anlatısı: Güvenli Bir Yer, Güneş Sonrası ve Hatır

 17 Kasım 2024 Birgün Pazar ekinde yayınlanmıştır 

Hırvat yönetmen Juraj Lerotić'in ilk uzun metrajı olan Güvenli Bir Yer (A Safe Place 2022) otobiyografik olmasından mütevellit çok güçlü ve samimi bir anlatı. Lerotić, intihar eden erkek kardeşinin vefatına uzanan süreçte kendisinin suçluluk duygusuyla, akıl hastalığına tanıklık etmeyle, hastane ve adli sistemin bürokrasinin hastayı insandışılaştırmasıyla ilgili  bir film yapmış. Filmin bu özellikleri onu yakın zamanda izlediğimiz Güneş Sonrası (Aftersun Charlotte Wells 2022)  ve Hatır’la (Memory Michel Franco 2023) akraba kılıyor.

 Güvenli Bir Yer’deki doktor ve polislerin tavırlarıyla Hatır’da hafıza kaybından mustarip Saul’ü ‘iyiliği’ için evde tutarak özel hayatı olmasına engel olan erkek kardeşinin tavrı aynıdır. İki filmde de aynı soruyu soruyoruz; kendi zihniyle savaşan biri için güvenli yer var mı? Varsa bu sevdiği insanların yanı mı yoksa soğuk duvarların ardı mı? Yönetmen Charlotte Wells’in babasının kaybıyla yüzleşmeye ve on bir yaşında belleğinde kalan parçalardan babasına dair anlamlı bütün oluşturmaya çalıştığı hikayesi Güneş Sonrası ise Güvenli Bir Yer’in yaptığı gibi geleneksel sinemayı kıran ve yansımaları kullanan kadrajlara sıkça yer veriyor. Yanı sıra Wells’in filminin de ilk uzun metrajı olması, sinema özelinde sanatın bizi iyileştirdiğinin kanıtı gibi.  Güvenli Bir Yer’i  ana akım anlatı yolundan çıkaran en önemli öğelerden biri henüz filmin başında, Woody Allen’in Annie Hall’da çocukluğuna dair sahnede yetişkin haliyle yer almasına benzer biçimde Lerotić’in de kardeşi rolündeki oyuncuyla konuşmaya başlamasıdır.  Damir'in aslında öldüğü ve Lerotić’in kayıp kardeşinin anısıyla bağlantı kurmak ve onu kurtaramamış olmanın acısıyla baş edebilmek için Güvenli Bir Yer’i yaptığı anlaşılır.

Güvenli Bir Yer’de yönetmen Lerotić, Bruno karakterinde kendisini canlandırır ve film boyunca sokaklarda koşarak, hastaneye ya da eve yetişmeye çalışarak sürekli hareket eder, mücadele verir. Güvenli Bir Yer Lerotić’in yasını tamamlamasının öyküsü tıpkı Wells’in Güneş Sonrası ile yaptığı gibi. Damir, iki sene önce babasını kaybetmiştir, yakın zamanda sevgilisinden ayrılmıştır iş bulup Zagreb’e taşınmasına rağmen morali bozuktur. Şüphecidir ve uyku sorunundan mustariptir. Bruno’nun isteğiyle psikologla görüşmüştür. Film kameranın hayli uzakta konumlandığı sabit çekimle Bruno’nun, Damir’in yaşadığı apartmana koşarak girmesi ve ardından dairesinin kapısını kırmasıyla açılıyor. Bruno film boyunca kardeşini hayatta tutmanın mücadelesini verir, iki kez bunu başarsa da üçüncüsünde ‘başaramaz’. Bruno, Damir nedeniyle Damir için var olduğundan belki de, onu cam pencere yansımalarında, araba aynalarında bölük pörçük görüyoruz. Güneş Sonrası’nda da ayna ve kapalı televizyondan gördüğümüz yansımalar geçmişin parçalı bir yeniden canlandırmasını ve yönetmen Wells’in o zamana dair anılarını yansıtmada kullanılır. 

                            

                          

                            

Damir ve Calum'a tam olarak ne olduğunu veya onları neyin etkilediğini bilmiyor olmamız önemsizdir. Önemli olan, Bruno’nun telaşına, çabasına, Güneş Sonrası’nda Sophie'nin hafızanın ağırlığıyla başa çıkarken aynı zamanda kaybı anlamlandırmaya çalışmasına tanıklık edişimizdir. Sophie ve babası Calum yalnızca geçici bir yansımada veya anıda birlikteler, kapalı ve onlara tamlık vermeyen bir ekranda yaşarlar. Tıpkı Bruno, Damir ve anneleri gibi. Calum'un kadraja sağından solundan giren minik yansımaları onun hakkında ne kadar az şey bildiğimizi hatırlatır.

Hatır’da ergenlik döneminde önce özbabasının sistematik tacizine maruz kalan sonra bir grup arkadaşının istismarına uğrayan ve annesini hiçbir zaman istismara uğradığına inandıramayan Sylvia kendisini ve kızını korunaklı evinde kilitlerin ardında adeta saklar. Bu güvenlik duvarını aşabilen ise erken demans hastası Saul olur. Travma ve hastalıkta buluşan bu iki insandan Saul’ün yakın zaman içerisinde sevdiği kişiyi hatırlamayacak olması mümkündür. Saul gibi, Sylvia da kontrol edemediği koşulların kurbanıdır bu nedenle birbirlerini eşitleri olarak görür ve birbirlerine acıma hissetmezler. Baş karakterimiz Sylvia’nın yaşadığı travma nedeniyle belleğine güvenemeyeceğimizi görürüz. Kendilerine dair dağınık parçaları bir araya getirmeye çalışmaları Wells’in babasıyla ilgili parçaları bir araya getirmesine benzer. Hatır sadece travmayla ilgili değil; aynı zamanda iyileşmek ve insan iletişiminin gücüyle de ilgilidir. Travma, taciz ve hastalıkla başa çıkmak sadece hastalar ve tacize uğrayanlar için değil, aynı zamanda karakterlerin etraflarındakiler Isaac ya da Bruno ve annesi için de kolay değildir. 

   


    

Güneş Sonrası’nın sonunda Sophie, babasına el sallarken görüntü donar. Perdedeki görüntü otuz bir yaşındaki Sophie’nin izlediği televizyondaki görüntüye ve günümüz zamanına bağlanır. Kamera sağa dönerek Calum’un anlatı zaman ve mekanı ile bağdaştıramadığımız bir yerde yürüyerek uzaklaşmasıyla sona erer. Güvenli Bir Yer’de de Damir’in vefatını öğrenen annesinin çığlığı ile anlatı Damir’in mutlu göründüğü ev tipi kamerayla çekilmiş görüntüye bağlanır. Kayıpla, yasla baş etme biçimleriyle ilgili olan iki filmin anlatı araçlarının bakış açılarının benzerliği barizdir. Hatır ise Amerikan yapımı olmasından mütevellit aşıkların ‘her şeye rağmen’ kavuştuğu romantik ve umutlu sonuyla Amerikan klasik anlatı geleneğini sürdürür.

1- Alysse Bryson, Memory’: A Powerful Portrayal of Trauma and Redemption https://thesobercurator.com/memory-a-powerful-portrayal-of-trauma-and-redemption/ 

2-Vlad Dima,  Aftersun: The Skin of Filmic Memory https://brightlightsfilm.com/aftersun-the-skin-of-filmic-memory/

3- Carmen Gray, Safe Place https://thefilmverdict.com/safe-place/

4-Müjgan Pekçetin, Güvenli Bir Yer Film Analizi  https://www.pskmujganpekcetin.com/post/g%C3%BCvenli-bir-yer-sigurno-mjesto-safe-place-2022-film-analizi

5-Serena Seghedoni, Moral Gray Areas in Michel Franco’s Memory https://loudandclearreviews.com/moral-gray-areas-in-michel-francos-memory/

6-Beichi Zhang,  Aftersun - An Author's Voice on Screen 
https://www.researchgate.net/publication/373922234_Aftersun_-_An_Author's_Voice_on_Screen 

 

31’inci Adana Altın Koza Ulusal Film Yarışması: Yoksulluk, Borç, Aile Travmaları ve Siyasi Tarihe Bakma Denemeleri


Yazı filmlerle ilgili sürprizbozan içermektedir

6 EKİM 2024 tarihli Birgün Pazar ekinde yayınlanmıştır

31’inci Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Yarışmasında yarışan on bir film, ülkenin siyasi ekonomik ve kültürel konjonktürüyle ilişkili temalara sahipti. Yanı sıra yarışma filmlerini ülke sinemasının yakın ya da uzak geçmişinden başka filmlerle ilişkili düşünmek de değişimi ya da değişmemeyi görmek açısından verimli bir zemin sunuyor.

2012 yapımı Zerre’deki Zeynep’in yoksulluğunun, geçim derdinin üstüne Döngü (Erkan Tahhuşoğlu), Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri (HÖGB Murat Fıratoğlu) ve Hevi’de (Umut Orhan İnce) bir de yüklü borç kaygısının eklendiğini görüyoruz. Sevim ve Eyüp bu dertle şehirde hırs ve öfke içinde sürekli yürüyor. Özellikle Döngü’de sınıf bilince sahip olmayan, yirmi küsur yıldır sigortasız biçimde, aristokrat / burjuva köklere sahip olduğunu tahmin ettiğimiz Ayten Hanım’ın ev işlerini üstlenen Sevim’in anlatı sonunda farkındalık, yüzleşme yaşayarak organik biçimde taraf değiştirmesi, sınıf bilinci kazanması etkileyiciydi. Hakkı (Hikmet Kerem Özcan) ise daha iyi bir hayat uğruna evinin altını ‘daha derine daha derine’ oyarken evin tepesine çökmesine neden olarak enkaz altında kalıyor.

Aile travmaları Bildiğin Gibi Değil, Ölü Mevsim, Su Yüzü ve On Saniye’de kendisine yer buluyor. Bildiğin Gibi Değil (Vuslat Saraçoğlu) Remziye karakterinin küçük yaşta aile dostlarının istismarına uğradığını doğrudan konuşmuyor, ima ediyor. Anlatı boyunca genç kadının iki erkek kardeşi tarafından sürekli ‘dengesiz’, ‘mutsuz’ elindekilerinin ‘kıymetini bilmeyen’, üniversiteyi yarım bırakan, ‘tembel’ biri olmakla itham edilişine şahit oluyoruz. Kimse Remziye’nin neden ‘delirdiğini’ sorgulamıyor onunla empati kurmayıp sadece yaftalıyorlar çoğumuzun yaptığı gibi. Remziye iki saate yakın süren anlatının sonunda kendisine ne olduğunu sinir krizi geçirerek ima etmek zorunda kalıyor. Mevzu travma ile yüzleşmekse aile içindeki bireylerin travma sürecindeki sorumluluğunu, failleri, Tahsin ve Yasin’in hatta anlatı dışında bırakılan baba figürünün Remziye’nin istismar sürecindeki rollerini, tanıklıklarını, duygularını görmek gerekmiyor mu?  

Ölü Mevsim (Doğuş Algün) mülteci düşmanlığı, ücretsiz ev içi emek, aile içi istismar, annelik gibi konuları aynı anda işlemeye çalışıyordu. Nimet karakteri yine Funda Eryiğit tarafından canlandırılan Berkun Oya’nın Cici’sindeki Havva karakterini andırıyordu. Ölü Mevsim’de Öznur, ablası Nimet’in kayınbiraderi Faruk tarafından “eşantiyon” diye nitelenir. Çünkü ablası ve ablasının eşi Halil’le yaşamaktadır. Öznur’a hakaret eden Faruk’un aynı zamanda onu istismar ettiği yine ima ediliyor. Ancak göze çarpan bir farkla, bu istismara yol açan sürece tüm aile yemek masasında karar verir. Faruk’un eşi ve çocuğu şehir dışındayken Faruk yemek yapmak gibi en temel öz bakımını gerçekleştiremediği için Öznur’un onun evine gitmesine karar verilir. Faruk’un evine gittikten sonra Öznur’un ailesinden kimseyle dolayısıyla izleyiciyle de başına ne geldiğini paylaşacak samimiyete ve güven ilişkisine sahip olmadığını, ailenin ‘kol kırılır yen içinde kalır’ düsturu üzerine kurulu olduğunu, utancın faile değil kadına ait olduğunu görüyoruz. Öznur iyi olmadığını, başına kötü bir şey geldiğini anlatıdaki ilişkiler hiyerarşisinde en alt sırada öteki konumunda olan Afgan mülteci /çırak Ali’yle paylaşabilir ancak. O da ima ederek. Daha da çarpıcı olan, istismar mağduru olan Öznur’un mülteci Ali’yle birlikte ülkeyi terk etmesi kuşkusuz. Öznur ve Ali’nin gidişi, Nimet ve Halil çiftinin, geleneksel ailenin hafiflemesini sağlar. Ölü Mevsim ırkçı saldırılara, tehditlere maruz kalan mültecilerin, aile içi istismara maruz kalıp konuşmayan kadınların tek çıkış yolunun ülkeyi terk etmek olduğunu söylüyor sanki. 

Su Yüzü (Zeynep Köprülü) Deniz’in babasının ölümü nedeniyle hissettiği suçlulukla hesaplaşmasını anlatır. Henüz çocukken gerçekleşen bu ölüm nedeniyle annesinin kendisini uzaklaştırdığını düşünür. Anne kız ilişkisi olarak da bakabileceğimiz filmde, annesinden onay almayan kız çocuğunun bedeniyle, cinselliği ile barışamadığını gösteriyor anlatı. Ancak yine diğer yapımlarda olduğu gibi travma anını süreci görmüyoruz, sonucu görüyoruz. Anlatı, Deniz’in annesiyle dolayısıyla çok korktuğu suyla denizle (metaforik olarak cinselliğiyle) barışmasıyla sona eriyor. On Saniye (Ceylan Özgün Özçelik) kendisini feminist olarak tanımlayan rehber danışman öğretmen İpek’le, onun tüm argümanlarına geleneksel kadınlık normlarını dile getirerek saldırgan bir tutumla karşı çıkan veli Yasemin arasında tek mekanda geçen tartışmayla ilerliyor. İki kadın karakterin son derece klişe stereotipik temsillerle birbirine karşıt konumlanması anlatının derdini belirsiz bıraktığı gibi kişisel bir zemine indirgiyor. Feminist rehber danışman büyük kare gözlüklere, peruk saçlara, pantolon ve düz ayakkabılarıyla ‘dişil’ olmayan imgeye sahipken, dar elbiseli seksi anne karakteri yakın ayrıntı plan çekimlerde vurgulandığı üzere tek taş yüzüğü, marka küpeleri ve bileziği ile temsil ediliyor. İpek ve Yasemin özelinde iki kadının birbirine düşman hale gelmesi, patriyarkal söylemleri birbirlerine karşı kullanarak şiddetli fiziksel kavgaya tutuşması mevzuyu son derece soyutluyor ne yazık ki.

 Ali Ata Bak (2011) ve Adem Başaran (2014) gibi çok ödüllü kısalarıyla tanınan Orhan İnce’nin ilk uzun metrajı olan Hevi (Umut) birçok anlamda Zeki Ökten’in Sürü’süyle ilişkiliydi. Hamo gibi şiddet eğilimli ve öfkeli bir baba olan Mustafa, onun kararları dışına çıkmayan Şivan’ı andıran Çeto için topraklarından koparak inşaatta çalışmak başlarına gelebilecek en kötü şey. Hayvan tüccarı Emin tarafından dolandırılmalarının ardından son sahnede gördüğümüz bir tarafında Zeyno ve koyununun diğer tarafta şehre giden otobanın yer aldığı yol ayrımı bu fikri somut biçimde yansıtıyor. Çeto’nun babasının sözlü şiddetine maruz kaldığı sahnenin neredeyse tümünün sevdiği genç kadının bakış açısından çekilmesi de Sürü’de Şivan’ın Berivan’ın gözlerinin önünde babasından şiddete maruz kaldığı sahneye hayli benziyordu. Zorba babalar ve topraktan kopmanın felaket getirmesi Sürü’den Hevi’ye devam eden temalar olarak görülebilir son tahlilde.


Biçimsel olarak baktığımızda Gecenin Kıyısı (Türker Süer), Yeni Şafak Solarken (Gürcan Keltek) ve HÖGB yenilikçi yenilikçi üsluplara sahipler. Gecenin Kıyısı renk, ses ve kadraj kullanımıyla dışavurumcu bir üslup yaratıyor, çoğunlukla dış mekanlarda geçen film klostrofobik boğucu çıkışsız bir dünya yaratma konusunda maharetli.  Ancak yakın siyasi tarihi anlatma amacıyla yola çıkıp aslen Habil Kabil hikayesi ve baba oğul çatışması anlatıyor. Anlatmak istediği siyasi geçmişi ise belirsiz bırakmayı tercih ediyor. Babasının dünya görüşünü sürdürdüğünü söyleyen Kenan’la babasının görüşünün izinden gitmeyerek verili düzene boyun eğmeyi, güvenli alanından çıkmamayı tercih eden Sinan’ın sonu alışılageldiği üzere babalarının kaderini tekrar etmekten öteye gitmiyor. Kenan rolündeki Berk Hakman, Tepenin Ardı’nda oynadığı karakterin devamını canlandırıyor denebilir. Yeni Şafak Solarken lithium kullanan, psikiyatrik tedaviden yeni çıkmış Akın karakterini İstanbul’un sokaklarında konumlarken İstanbul’u çıkışsız, ‘deliliğin’ sürdüğü kocaman bir akıl hastanesi olarak resmediyor. Çünkü Akın’ı tedaviye götüren süreçlerle ilgilenmekten ziyade dış dünyada anlam bulma çabasının boşa çıkmasını izliyoruz. En iyi film ödülünü sonuna dek hak eden 

Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri hem tematik hem de biçimsel anlamda herkesin hemfikir olduğu üzere taptaze yepyeni bir nefes etkisi yarattı. Sınıf bilinci olmayan işçi Eyüp’ün, ödemesini alamadığı için Hemme’ye ya da yoksulluğuna, borcu nedeniyle sıkışmışlığına duyduğu öfke, kurumayı bekleyen domateslerin serildiği uçsuz bucaksız düzlüğün kırmızısında kendisini gösteriyordu. Sürekli tuz basılan domatesler yaraya tuz basılmasını akla getirdiği gibi filmin adı da Hemme'nin her gün öldürülmek istendiğini ancak bu sürekli tuz basılan öfkenin sindirilmişliğin  kısırdöngü halini almasına da atıfta bulunuyor biraz. Eyüp’ün sınıf bilinci yerine erkeklik ‘onurunu’ / ‘namus’u koyduğu dünyasında, cinayet işlemesine ramak kalmışken yönetmen Murat Fıratoğlu’nun kurduğu Buster Keaton ya da Elia Suleiman’ınkilere benzeyen sinemasal evrenin her öğesi geciktirmelerle bu cinayete engel olmak için elinden geleni yapıyor. Filmin başında gördüğümüz silah patlamıyor. Babasını kaybettikten sonra değiştiğini öğrendiğimiz Eyüp erkeklik onuru ve namus fikrinin yerine koyabileceği şeyleri hatırlıyor. Örneğin eski okul arkadaşı vesilesiyle sanata olan yeteneğini ya da kapısı açık bakkalda televizyonda izlediği Heidi vesilesiyle çocukluğun masumiyetini.  

Sınıf bilinci ise şimdilik sahneden çekiliyor.

The Shop Around the Corner’dan You’ve Got Mail’e: Kapitalizm ve Aile

 25 Ağustos 2024 tarihli Birgün Pazar'da yayınlanmıştır

Robin Wood, İdeoloji, Tür ve Auteur başlıklı makalesinde Hollywood filmlerinin ideolojisini Orson Welles’ın Citizen Kane (1941) filmine atıfla Rosebud metaforu ile özetler. Hollywood, başarı ve zenginlikten aslında utanç duyar. Çok az film başarı ve serveti yüceltir. Çünkü herkes zengin değildir. Citizen Kane’de Kane’in, çocukluk kızağı olan Rosebud’a duyduğu özlem de zenginliğin mutluluk getirmediğini, yozlaştırdığını, yoksulun daha mutlu olduğunu söyler. Kane çocukken ve yoksulken mutlu olmuştur. Kısaca para her şey değildir. Klasik Hollywood’un en önemli yönetmenlerinden Ernst Lubitsch'in 1940 yapımı The Shop Around the Corner (Köşedeki Dükkan) adlı filmi Macar oyun yazarı Nikolaus Laszlo'nun 1937 tarihli Parfumerie adlı eserinden uyarlanır. Lubitsch çoğunlukla tek mekanda geçen bu filmde yönetmenlik dehası sergiler. Küçücük bir dükkanın içinde bir elin parmağını geçmeyen sayıda karakterden oluşan ekibi ustalıkla yönetir ve filmin akışını kusursuz biçimde sağlar. Film 1997 yılında Nora Ephron tarafından yeniden çekilir. İki film arasındaki farklar hakkında düşünmek farklı dönemlerde Amerika’nın nasıl ortak ideoloji ürettiğine ve Hollywood sinemasına dair fikir verir.

Budapeşte’de geçen film Hollywood’un sahip olduğu en önemli ideolojiyi işler, kapitalizmin aile olmayla ilişkisini kurar. Dükkan sahibi otoriter baba Matuschek ve onun çalışanları / oğullarının öyküsüdür aslında izlediğimiz. Vadas ihanet eden/ cezalandırılan oğul, Kralik her koşulda sadık olan ve babanın görevini devralan oğul, teslimatçı Pepi babayı kurtaran oğulu canlandırır. Teslimatçı Pepi, patronu Matuschek’i intihardan kurtarınca, tezgahtar / satış görevlisi konumuna yükselir. Kralik de tezgahtar olmadan önce ayakçıdır. Ancak tüm bu yükselme hikayelerinin yolu hep dükkan sahibinin kişisel hayatı ile kesişir. Pepi patronu Matuschek’i intihar ederken yakalar ve kurtarır,  Matuschek Kralik’in kendi eşiyle sevgili olduğunu sandığı için önce Kralik’i kovar sonra onu işe geri alarak özür mahiyetinde pozisyonunu yükseltir. Film sıradan insanların yani alt sınıfların özel hayatlarındaki mutsuzlukları ve yoksulluklarını iş yerinde büyük bir adanmışlıkla çalışarak telafi edebileceğini söyler. 





Yılbaşında ailelerine ve dostlarına çalıştıkları dükkandan hediye alarak yine patronları Matuschek’in cebini doldurmayı, ona hizmet etmeyi, sadık olmayı sürdürürler. Patronlarının eşiyle gizli ilişki yaşayarak yaşam standardını yükselten Vadas’ı elbirliği ile kendi düşmanlarıymış gibi kovarlar. The Shop Around the Corner romantik yüzeyinin altında sınıf ve toplumsal cinsiyet, etnik köken gibi unsurların varlığına dikkat çeker. Dükkanın çalışanlarının tümü yoksuldur. Tek kişilik odalarda yaşarlar. Hatta baş karakter Kralik ile yaşlı eski çalışan Pirovitch arasında “bu maaşla evlilik sürdürebiliyor musun nasıl geçiniyorsun” temalı bir konuşma geçer. Patronları Matuschek'in zenginliği, zenginliğini daha da arttırmak için sahip olduğu hırs, bu zenginlikten yılbaşı ikramiyesi hariç pay almamaları işçileri hiç rahatsız etmez. Çünkü kapitalizm sabırlı olan, biat eden sadık yoksullara gelecek vaat eder. Onları ödüllendirir. Bu mesajın büyük buhran dönemi Amerikasında çekilip gösterime girmiş bir filme ait olması elbette manidardır. Para; aşkın ve “Amerikan rüyasının” uzlaştığı mutlu sonu sağlayan yegane  öğedir. Paranın insanları aşktan daha çok harekete geçirdiği bir dünyada dükkanın yazar kasasının özellikle filmin son bölümünde merkezi bir karakter olması son derece normadir

Ephron’un filmiyse New York’un batı yakasında geçer. İnternetin ve zincir mağazaların ortaya çıkmaya başladığı, esnafınsa sonunun geldiği dönemi över. Lubitsch'in filminin aksine alt sınıflar ve etnisite You’ve Got Mail’de görünmezdir. Kathleen üç kuşaktır ayakta olan yerel çocuk kitapçısının sahibiyken Joe Fox zincir /tekel kitapçı sahibidir. Takma isimlerle mailleşerek tanışırlar. Yazışmaya başladıklarında ikisinin de partneri vardır. Öykü olarak aynı olmamasına rağmen kapitalizme yapılan övgü, kapitalizmin meşrulaştırılması iki filmin en önemli ortak özelliğidir. İkinci olarak Joe da tıpkı Kralik gibi yazıştığı kadının kim olduğunu yani onu aslında gündelik hayatında tanıdığını birebir aynı çekilmiş ünlü kafe sahnesinde öğrenir. Bu bilgiyi kadın karakterden gizler. Kralik buluşacakları kafenin önüne geldiğinde içeri bakmaya cesaret edemez, kadının ‘neye benzediğine’ bakmasını evli ve yaşlı iş arkadaşı Pirovitch’ten ister, Joe ise bu bakışı siyah iş arkadaşına teslim eder

                                 


     

Joe Fox'un, babası sürekli genç kadınlarla birlikte olup evlendiği için çocuğu yaşında bir kardeşi vardır. Geleneksel aile değerlerini unutmuş babasının aksine bu değerlerle kapitalizmi dengeleyecek ideal figürdür. Makul bir evlilik ve aile hayatı ile Amerikan kapitalizminin insani versiyonunu yaratacak kişidir.  The Shop Around The Corner’da rekabetçi kapitalist idealler aile değerleriyle birleştirilir. You Got Mail’de ise Kathleen Kelly’nin Joe Fox’un kanatları altında gerek eşi gerekse çalışanı olarak mutlu olacağı açık biçimde ima edilerek kapitalizm ve aile ilişkisi pekiştirilir. 

●Rekabetçi kapitalist değerlerin aile değerleriyle birleştirilmesi gerektiğine dair temaların Amerikan sinemasında kullanımdan Ryan ve Kellner klasik kitapları Politik Kamera’da özellikle Jaws gibi kriz filmleri üzerinden örnekler verirler.


Civil War: Kriz Zamanlarında Tarafsız Foto Muhabirliği Mümkün mü?

16 Haziran 2024 tarihinde Birgün Pazar Eki'nde yayınlanmıştır

Alex Garland son yıllarda bilimkurgu ve fantastik türünde film ve senaryolarıyla öne çıkan yönetmenlerden biri. 2014 yılında yönettiği Exmachina ve 2022 yılında yönettiği Men ile tanınır hale gelse de  Mark Romanek’in 2010 yapımı Never Let Me Go, Danny Boyle’un 2002 yapımı 28 Days Later ve 2000 yapımı The Beach’in senaryosunu yazmış olmasıyla biliniyordu

Garland’ın distopyan özelliklere sahip dördüncü filmi Civil War öyküsünü Amerika’da iç savaş çıktığı varsayımından hareketle ünlü bir foto muhabir olan Lee, Lee’nin birlikte çalıştığı muhabir /yazar Joel, deneyimli New York Times muhabiri Sammy ve çaylak foto muhabir Jessie üzerine kuruyor. Çekirdek aileyi andıran dört karakterin New York’tan başkent Washington DC’ye batıya doğru dairesel rota ile yaptıkları yolculuğu izliyoruz. Civil War  iç savaşın bağlamını oluşturma konusunda hayli gönülsüz ve bu nedenle film boyunca gördüğümüz farklı asker/ militanların hangi tarafa ait olduğunu anlamıyoruz. Karakterler yola çıkarken başkentte gazetecilerin düşman olarak görüldüğünden söz ediyorlar. Teksas ve Kaliforniya eyaletlerinin liderliğindeki Batı Kuvvetleri’nin Beyaz Saray’ı ele geçirdiği ve başkanı öldürdüğü son bölümde siyasi manzara az da olsa netlik kazanıyor. Sammy’nin ölüsünü Batı Kuvvetleri gömüyor. Beyaz Saray’a girilirken, başkan infaz edilirken kamera ve dolayısıyla izleyici Batı Kuvvetleri’nin yanında yer alıyor. Askerlerin temsilinde gazetecileri korudukları vurgulanıyor.  

                                     

Son bölüm dışında somut siyasete iki kez atıfta bulunuluyor. İlkinde Lee’nin fotoğraflarıyla ün kazandığı Antifa katliamından ve Charlottesville’den söz ediliyor. Ki bu konuşma neo nazilerin barışçıl biçimde protesto edildiği 2017 ağustos ayında bir neo Nazi’nin arabasıyla ezmesi sonucunda ölen Heather Heyer’e atıfta bulunuyor.[i] Bir diğer bölümde Jesse Plamons tarafından canlandırılan ve Apocalypse Now’dan fırlamış gibi duran askerin karakterlere ısrarla nereli olduklarını sorup Tony adındaki muhabirin Amerikalı olmadığını öğrenince onu öldürdüğünü görüyoruz. 


Bu bağlamda Civil War’un 2017-2021 yılları arasında devlet başkanı olan ve ayrımcı /ırkçı /cinsiyetçi söylemleriyle  Amerikan toplumunda yarılmalara yol açan Trump dönemine atıfta bulunduğunu söylemek mümkün. Amerika’nın kendi topraklarında 19. Yy’dan buyana savaş görmediği düşünüldüğünde filmdeki toplu mezar ve işkence içeren şiddet imgelerinin hemen hepsinin Amerika’nın başka ülkelere saldırılarının imgeleri olduğunu kolayca fark ediyoruz. Nitekim 1994’den buyana The Times için çalışan Pulitzer ödüllü Carolyn Cole ile karakterlerin foto muhabirliğine dair deneyimlerinin ne kadar gerçeğe tekabül ettiğine dair yapılan söyleşide[ii] Cole, Felluce Irak, Mogadişu Somali, Arap baharı döneminde Libya, Afganistan ve Haiti’de yaşadıklarıyla benzerlik kuruyor. Cole’un Amerika’da filmdekine benzer yaşadığı tek deneyimin ise New Orleans’taki Katrina kasırgası olması dikkat çekici. Civil War Amerika’nın sınır ötesi saldırılarını kendi topraklarına taşıyarak Amerikan halkına “siz de yaşayabilirsiniz” demektedir. Karakterler mola verdikleri mülteci kampında hiçbir mülteciyle görüşme yapmazlar, savaşın kurbanlarını veya Amerika'nın parçalanmış sosyal dokusunu haber yapmak konusunda da ilgisizdirler. Garland'ın bakış açısı yıkılmış binalar ve cesetlerle sınırlıdır.[iii]

Foto muhabirliği de bu bağlamda ‘nesnel’ bir iş olarak sunulur. Filmin başındaki benzinci sahnesinde Jessie işkence edilen iki yağmacıyı kurtarmak isterken, Lee kurbanların ve failin birlikte fotoğrafını çeker. ‘We don't ask. We record so other people ask’ (soru sormayız, kaydederiz ki başkaları soru sorsun) cümlesiyle eylemini meşrulaştırır. Civil War’un sonunda Joel, Batı Kuvvetleri başkanı öldürmeden önce ‘bir manşete ihtiyacım var’ diyerek onları durdurur. Başkanın ‘beni öldürmelerine izin verme’ cümlesinden sonra Joel’in ‘bu işe yarar’ diyerek onaylamasıyla başkan öldürülür. 

Her iki sahne de Güney Afrikalı fotoğrafçı Kevin Carter'ın 1993 yılında Sudan'da çektiği ‘çocuğun başında bekleyen akbaba’ fotoğrafını hatırlatır. PTSD yaşayan Lee’nin meslek hayatı boyunca çektiği fotoğraflar hiçbir işe yaramadıysa bu fotoğrafları çekmesinin bedeli ve amacı nedir? Bu noktada James Hanton’un belirttiği gibi fotoğrafçılığın 1822'de İngiliz ve Avrupa emperyal döneminin zirvesine yaklaşırken icat edildiğini, olgusal kayıt ya da gerçeklikten ziyade, ezenle ezilen arasındaki güç dinamiğini yüceltmekle ilgili olduğunu hatırlamak gerekiyor.[iv] Sömürge döneminde fotoğrafçılık, Avrupalıların varlığını meşrulaştırma ve yerel halkları şeytanlaştırmanın yolu haline geldi. Fotoğrafı çeken ve fotoğrafı çekilen arasındaki ilişki hiyerarşiktir. Fotoğraf iktidarın iddiasının aksine gerçekçi veri toplama yöntemi değildir, tarafsız olmaktan uzaktır. 1984 yılında Sovyet-Afgan savaşı sırasında Steve McCurry tarafından çekilen meşhur ‘Afgan Kızı’ fotoğrafı Sharbat Gula'nın izni olmadan çekilmiştir.[v] Susan Sontag Fotoğraf Üzerine adlı kitabında savaş zamanlarındaki fotoğrafçılığın, jeopolitik güç anlatılarını körüklemekle ilgilendiğini, savaş ve kurbanları hakkında röntgenci bakış üreterek görüntüleri güç ilişkilerinden kısaca bağlamından soyutladığını söyler.


Benzer biçimde Civil War da fotoğrafçıları hikayesinin merkezine yerleştirse de karakterleri bağlamından soyutlar. Bunun yerine klasik Hollywood yapısını izleyerek aile modeli olan küçük grupta halef selef ilişkisine, kadın rekabetine odaklanır. Genç ve güzel Jessie’nin yolculuğa katılmasını isteyen Joel iken baba konumundaki Sammy’nin yolculuğa katılmasını ise Lee ister. Uzun yıllar savaşa ve şiddete tanıklık eden Lee yorgundur. Bayrağı devretmesi gerektiği ima edilir. Jessie ile ilişkisinde ‘annelik güdüleri’ vurgulanır. Carolyn Cole kendisiyle yapılan söyleşide, Lee'nin Jessie'yi korumak için ateş hattına çıkmasının meslektaştan çok annelik içgüdüsü gibi göründüğünü böylesi bir durumda herhangi bir insanın  meslektaşını korumak için devreye gireceğini düşünmenin hoş olabileceğini ama bundan çok da emin olmadığını belirtir.[vi] Lee’nin Jessie’ye korumak isterken başkanın korumaları tarafından vurulduğu sahnede yere düşen Jessie’nin fotoğraf makinesinin bakış açısından Lee’nin ölümünü kara kare izleriz. Ona ateş edeni ya da kurşunları görmeyiz. Sahne shoot kelimesine atıfla, Lee’yi öldürenin selefi genç Jessie olduğunu söyler.

   







[i] Civil War review: Kirsten Dunst is brilliant, but Alex Garland’s provocative action film falls short of greatness

https://www.independent.co.uk/arts-entertainment/films/reviews/civil-war-review-kirsten-dunst-b2526238.html   

[ii] What ‘Civil War’ gets right and wrong about photojournalism, according to a Pulitzer Prize winner

https://www.latimes.com/entertainment-arts/movies/story/2024-04-16/civil-war-a24-alex-garland-photojournalism-right-wrong

[iii] Why Are Movies so Bad at Making Civil War Look Scary?

https://www.nytimes.com/2024/05/01/magazine/civil-war-movies.html

[iv] Photography In Focus: How Civil War Fails To Interrogate The Image

https://filmhounds.co.uk/2024/05/civil-war-photography-interrogate-image/

[v] You'll Never See the Iconic Photo of the 'Afghan Girl' the Same Way Again

https://thewire.in/media/afghan-girl-steve-mccurry-national-geographic

[vi] What ‘Civil War’ gets right and wrong about photojournalism, according to a Pulitzer Prize winner

https://www.latimes.com/entertainment-arts/movies/story/2024-04-16/civil-war-a24-alex-garland-photojournalism-right-wrong


Filmlerle Bugünün Cadıları

Mone Chollet   Bugünün Cadıları; Kadınların Yenilmez Gücü   ( Çev:   Z. Hazal Louze, İletişim Yayınları)     Kitap eleştirisi / bianet.org...