Yazı filmlerle ilgili sürprizbozan içermektedir
6 EKİM 2024 tarihli Birgün Pazar ekinde yayınlanmıştır
31’inci Adana Altın Koza Film Festivali’nin Ulusal Yarışmasında yarışan on bir film, ülkenin siyasi ekonomik ve kültürel konjonktürüyle ilişkili temalara sahipti. Yanı sıra yarışma filmlerini ülke sinemasının yakın ya da uzak geçmişinden başka filmlerle ilişkili düşünmek de değişimi ya da değişmemeyi görmek açısından verimli bir zemin sunuyor.
2012 yapımı Zerre’deki Zeynep’in yoksulluğunun, geçim derdinin üstüne Döngü (Erkan Tahhuşoğlu), Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri (HÖGB Murat Fıratoğlu) ve Hevi’de (Umut Orhan İnce) bir de yüklü borç kaygısının eklendiğini görüyoruz. Sevim ve Eyüp bu dertle şehirde hırs ve öfke içinde sürekli yürüyor. Özellikle Döngü’de sınıf bilince sahip olmayan, yirmi küsur yıldır sigortasız biçimde, aristokrat / burjuva köklere sahip olduğunu tahmin ettiğimiz Ayten Hanım’ın ev işlerini üstlenen Sevim’in anlatı sonunda farkındalık, yüzleşme yaşayarak organik biçimde taraf değiştirmesi, sınıf bilinci kazanması etkileyiciydi. Hakkı (Hikmet Kerem Özcan) ise daha iyi bir hayat uğruna evinin altını ‘daha derine daha derine’ oyarken evin tepesine çökmesine neden olarak enkaz altında kalıyor.
Aile travmaları Bildiğin Gibi Değil, Ölü Mevsim, Su Yüzü ve On Saniye’de kendisine yer buluyor. Bildiğin Gibi Değil (Vuslat Saraçoğlu) Remziye karakterinin küçük yaşta aile dostlarının istismarına uğradığını doğrudan konuşmuyor, ima ediyor. Anlatı boyunca genç kadının iki erkek kardeşi tarafından sürekli ‘dengesiz’, ‘mutsuz’ elindekilerinin ‘kıymetini bilmeyen’, üniversiteyi yarım bırakan, ‘tembel’ biri olmakla itham edilişine şahit oluyoruz. Kimse Remziye’nin neden ‘delirdiğini’ sorgulamıyor onunla empati kurmayıp sadece yaftalıyorlar çoğumuzun yaptığı gibi. Remziye iki saate yakın süren anlatının sonunda kendisine ne olduğunu sinir krizi geçirerek ima etmek zorunda kalıyor. Mevzu travma ile yüzleşmekse aile içindeki bireylerin travma sürecindeki sorumluluğunu, failleri, Tahsin ve Yasin’in hatta anlatı dışında bırakılan baba figürünün Remziye’nin istismar sürecindeki rollerini, tanıklıklarını, duygularını görmek gerekmiyor mu?
Ölü Mevsim (Doğuş Algün) mülteci düşmanlığı, ücretsiz ev içi emek, aile içi istismar, annelik gibi konuları aynı anda işlemeye çalışıyordu. Nimet karakteri yine Funda Eryiğit tarafından canlandırılan Berkun Oya’nın Cici’sindeki Havva karakterini andırıyordu. Ölü Mevsim’de Öznur, ablası Nimet’in kayınbiraderi Faruk tarafından “eşantiyon” diye nitelenir. Çünkü ablası ve ablasının eşi Halil’le yaşamaktadır. Öznur’a hakaret eden Faruk’un aynı zamanda onu istismar ettiği yine ima ediliyor. Ancak göze çarpan bir farkla, bu istismara yol açan sürece tüm aile yemek masasında karar verir. Faruk’un eşi ve çocuğu şehir dışındayken Faruk yemek yapmak gibi en temel öz bakımını gerçekleştiremediği için Öznur’un onun evine gitmesine karar verilir. Faruk’un evine gittikten sonra Öznur’un ailesinden kimseyle dolayısıyla izleyiciyle de başına ne geldiğini paylaşacak samimiyete ve güven ilişkisine sahip olmadığını, ailenin ‘kol kırılır yen içinde kalır’ düsturu üzerine kurulu olduğunu, utancın faile değil kadına ait olduğunu görüyoruz. Öznur iyi olmadığını, başına kötü bir şey geldiğini anlatıdaki ilişkiler hiyerarşisinde en alt sırada öteki konumunda olan Afgan mülteci /çırak Ali’yle paylaşabilir ancak. O da ima ederek. Daha da çarpıcı olan, istismar mağduru olan Öznur’un mülteci Ali’yle birlikte ülkeyi terk etmesi kuşkusuz. Öznur ve Ali’nin gidişi, Nimet ve Halil çiftinin, geleneksel ailenin hafiflemesini sağlar. Ölü Mevsim ırkçı saldırılara, tehditlere maruz kalan mültecilerin, aile içi istismara maruz kalıp konuşmayan kadınların tek çıkış yolunun ülkeyi terk etmek olduğunu söylüyor sanki.
Su Yüzü
(Zeynep Köprülü) Deniz’in babasının ölümü nedeniyle hissettiği suçlulukla hesaplaşmasını
anlatır. Henüz çocukken gerçekleşen bu ölüm nedeniyle annesinin kendisini
uzaklaştırdığını düşünür. Anne kız ilişkisi olarak da bakabileceğimiz filmde,
annesinden onay almayan kız çocuğunun bedeniyle, cinselliği ile barışamadığını
gösteriyor anlatı. Ancak yine diğer yapımlarda olduğu gibi travma anını süreci
görmüyoruz, sonucu görüyoruz. Anlatı, Deniz’in annesiyle dolayısıyla çok
korktuğu suyla denizle (metaforik olarak cinselliğiyle) barışmasıyla sona
eriyor. On Saniye (Ceylan Özgün
Özçelik) kendisini feminist olarak tanımlayan rehber danışman öğretmen İpek’le,
onun tüm argümanlarına geleneksel kadınlık normlarını dile getirerek saldırgan
bir tutumla karşı çıkan veli Yasemin arasında tek mekanda geçen tartışmayla
ilerliyor. İki kadın karakterin son derece klişe stereotipik temsillerle
birbirine karşıt konumlanması anlatının derdini belirsiz bıraktığı gibi kişisel
bir zemine indirgiyor. Feminist rehber danışman büyük kare gözlüklere, peruk
saçlara, pantolon ve düz ayakkabılarıyla ‘dişil’ olmayan imgeye sahipken, dar
elbiseli seksi anne karakteri yakın ayrıntı plan çekimlerde vurgulandığı üzere
tek taş yüzüğü, marka küpeleri ve bileziği ile temsil ediliyor. İpek ve Yasemin
özelinde iki kadının birbirine düşman hale gelmesi, patriyarkal söylemleri
birbirlerine karşı kullanarak şiddetli fiziksel kavgaya tutuşması mevzuyu son
derece soyutluyor ne yazık ki.
Biçimsel olarak baktığımızda Gecenin Kıyısı (Türker Süer), Yeni Şafak Solarken (Gürcan Keltek) ve HÖGB yenilikçi yenilikçi üsluplara sahipler. Gecenin Kıyısı renk, ses ve kadraj kullanımıyla dışavurumcu bir üslup yaratıyor, çoğunlukla dış mekanlarda geçen film klostrofobik boğucu çıkışsız bir dünya yaratma konusunda maharetli. Ancak yakın siyasi tarihi anlatma amacıyla yola çıkıp aslen Habil Kabil hikayesi ve baba oğul çatışması anlatıyor. Anlatmak istediği siyasi geçmişi ise belirsiz bırakmayı tercih ediyor. Babasının dünya görüşünü sürdürdüğünü söyleyen Kenan’la babasının görüşünün izinden gitmeyerek verili düzene boyun eğmeyi, güvenli alanından çıkmamayı tercih eden Sinan’ın sonu alışılageldiği üzere babalarının kaderini tekrar etmekten öteye gitmiyor. Kenan rolündeki Berk Hakman, Tepenin Ardı’nda oynadığı karakterin devamını canlandırıyor denebilir. Yeni Şafak Solarken lithium kullanan, psikiyatrik tedaviden yeni çıkmış Akın karakterini İstanbul’un sokaklarında konumlarken İstanbul’u çıkışsız, ‘deliliğin’ sürdüğü kocaman bir akıl hastanesi olarak resmediyor. Çünkü Akın’ı tedaviye götüren süreçlerle ilgilenmekten ziyade dış dünyada anlam bulma çabasının boşa çıkmasını izliyoruz. En iyi film ödülünü sonuna dek hak eden
Hemme’nin Öldüğü Günlerden Biri hem tematik
hem de biçimsel anlamda herkesin hemfikir olduğu üzere taptaze yepyeni bir
nefes etkisi yarattı. Sınıf bilinci olmayan işçi Eyüp’ün, ödemesini alamadığı
için Hemme’ye ya da yoksulluğuna, borcu nedeniyle sıkışmışlığına duyduğu öfke,
kurumayı bekleyen domateslerin serildiği uçsuz bucaksız düzlüğün kırmızısında
kendisini gösteriyordu. Sürekli tuz basılan domatesler yaraya tuz basılmasını akla getirdiği gibi filmin adı da Hemme'nin her gün öldürülmek istendiğini ancak bu sürekli tuz basılan öfkenin sindirilmişliğin kısırdöngü halini almasına da atıfta bulunuyor biraz. Eyüp’ün sınıf bilinci yerine erkeklik ‘onurunu’ /
‘namus’u koyduğu dünyasında, cinayet işlemesine ramak kalmışken yönetmen Murat
Fıratoğlu’nun kurduğu Buster Keaton ya da Elia Suleiman’ınkilere benzeyen sinemasal evrenin her öğesi geciktirmelerle bu
cinayete engel olmak için elinden geleni yapıyor. Filmin başında gördüğümüz
silah patlamıyor. Babasını kaybettikten sonra değiştiğini öğrendiğimiz Eyüp
erkeklik onuru ve namus fikrinin yerine koyabileceği şeyleri hatırlıyor.
Örneğin eski okul arkadaşı vesilesiyle sanata olan yeteneğini ya da kapısı açık
bakkalda televizyonda izlediği Heidi vesilesiyle çocukluğun masumiyetini.
Sınıf
bilinci ise şimdilik sahneden çekiliyor.