Film ve Dizilerde MeToo
ve Time’s Up Yansımaları
30 Aralık 2021 tarihinde Gazete Duvar'da yayınlanmıştır
https://www.gazeteduvar.com.tr/film-ve-dizilerde-metoo-ve-times-up-yansimalari-haber-1546896
Amerika’da
2017 Ocak ayında yapılan Womens March’a Gloria Steinem, Madonna gibi figürlerin
yaptıkları konuşmalarla Donald Trump’ın kadın düşmanı söylemlerine duyulan öfke
damgasını vurmuştu. Ardından aynı yılın sonunda
Alyssa Milano’nun yazdığı tweet ve tweete yazılan yanıtlarla başlayan #MeToo hareketini 2018 başında Time’s
Up kampanyasının başlaması takip etti. 2016-2019 arasında yayınlanan Fleabag (Phoebe Waller-Bridge) ve ilk
bölümü Şubat 2017’de yayınlanan Big Little Lies (David E. Kelley) bu dönemin erken habercisi olan yapımlar arasında yer alır. Özellikle
Big Little Lies’ın hareketi öngördüğünü ya da
tetiklediğini hareketle paralel biçimde ilerlediğini söylemek mümkün. #MeToo sonrası süreçte konuyla ilgili bir külliyatın artık
oluşmuş olduğunu kabul edebiliriz. Gişe filmlerinin dahi sadece kadın
karakterlerden oluşan versiyonlarının yapılmasının yanı sıra Wonder Woman (Patty Jenkins 2017) gibi kadın süper kahramanlı filmler de çekildi.[1] Amerika’nın kültürel
ideolojisi, her türlü radikal ve muhalif söylemde olduğu üzere, kadın
hareketini de popülist bir söylemle etkisiz hale getirdi ya da egemen söylemin
içine alarak zararsızlaştırmaya çalıştı. Maroon 5 grubunun Girls Like You adlı kadın erkek ilişkilerine dair son derece
geleneksel sözlere sahip şarkısının video klibinde ünlü kadın oyuncu, sunucu ve
aktivistlerin rol alması da etkisiz hale getirme, zararsızlaştırma bağlamında
yorumlanabilir[2]
Bir netflix yapımı olan I Care a Lot (J Blakeson 2021) da eleştirilen yapımlardan biri oldu.[3]
#MeToo
sonrasında çekilen dizi ve filmler temel olarak üç grupta toplanabilir.
Tarihsel anlamda önemli sanatçı ve aktivist kadınların hayatının ele alınması,
ikinci olarak #MeToo sürecinde ya da
öncesinde medya sektörüne dair ifşaların doğrudan ya da simgesel anlatımı, son
olaraksa kadın bedeni ve cinselliğinin, görünür olan ya da olmayan eril şiddet
hikayelerinin anlatımı. Bu yapımlardan çok azı geçmişe değil günümüzde olan
bitene dair söz söyleme cesaretine sahiptir. İlk grupta yer alan filmlere 2012
yılında ölen savaş muhabiri Marie Colvin’i anlatan A Private War (Matthew Heineman 2018), Amerika’nın ilk kadın hakimi Ruth Bader
Ginsburg hakkındaki On the Basis of Sex
(Mimi Leder
2018), ünlü aktivist Gloria Steinem hakkındaki Glorias (Julie Taymor
2020) ve 1970’li yıllarda kadın hareketinin marşı haline gelen I am Woman’ı seslendiren şarkıcı Helen
Reddy hakkındaki I am Woman (Unjoo Moon
2019) örnek verilebilir. Glorias bugünle
ilişki kurmayı başaran nadir yapımlardan biridir aynı zamanda. Gloria
Steinem’ın 1950’lerin sonunda Hindistan’dan döndüğünde Times dergisinde çalışmaya
başladığında yaşadıkları, Bombshell, The Morning
Show ve The Assistant filmlerinde
de karşımıza çıkacaktır. Veronika Bennholdt-Thomsen’ın söylediği gibi, kadın iş gücü biyolojik
cinsiyete doğa üzerinden atfedilen anlamlar çerçevesinde algılanır.[4]
Erkeğin liyakatin gerektirdiği biçimde ‘sadece’ işini yapması mümkünken
kadınlardan ‘doğalarına’ uygun biçimde güler yüzlü, şefkatli, anlayışlı,
uysal olmaları ve
ev içi rollerinin de devamı niteliğindeki davranışları
gerçekleştirmeleri beklenir. Kadınların özel alanlarına dair sınırları sözlü ya da
fiziksel bağlamda sürekli ihlal edilir. 1960’lı yılların başında Times dergisinde
edebi gazetecilik türünde metinler yazan Steinem’dan ofiste kahve yapması
istenir örneğin, editörü Steinem’a asistanıymış gibi davranarak önce postaları
yollamasını ister ve ardından onunla oteldeki odasında buluşmasını söyler
sırıtarak. Steinem böylece Times’tan
ayrılır. Steinem’ın, kadınların evlenip işi bırakacakları için mesleki kariyer
yapmalarının mümkün olmadığına dair ezber, önyargı ve küçümseme içeren
davranışlarla karşılaşmasıysa bizler için hala oldukça tanıdık.
Steinem
kadın hareketinde ünlü bir aktivist olduktan sonra onunla söyleşi yapan bir
televizyoncu yine bugün dahi duyduğumuz bir soru sorar: “Kadınların seks
nesnesi olarak görülmek istemeyişleri ancak buna rağmen çok seksi giyinmeleri
çelişkili değil mi” Glorias Steinem’ın 2017 yılındaki Women’s March’ta yaptığı ünlü
konuşmasına yer vererek kapanmasıyla da güncel olanla ilişki kurmayı başaran
bir filmdir.

On the Basis of Sex’in odak noktasını oluşturan dava,
annesine bakması için hemşire tutmak isteyen bir erkeğin, bakım giderini
vergiden düşemeyişi nedeniyle açılır. Çünkü Amerikan vergi kanununda bakımdan
sorumlu olan ve dolayısıyla bakım giderini vergiden düşmesi mümkün olan kişi, çalışan ve bekar bir kadın olarak
tanımlanmıştır. Ginsburg çifti kanunun cinsiyet eşitliğine aykırı olduğu
iddiasıyla dava açarlar. Karşı savunmanın iddiası ve argümanı ise kadınlar
çalışırsa Amerikan ailesinin elden gideceği yönündedir; kadınlar ucuz iş
gücüdür bu nedenle piyasada erkeklerin yerine tercih edilmeleri mümkündür ve
erkeklerin işsiz kalmalarına neden olabilirler. Film Martin Ginsburg’u sık sık
yemek yaparken mutfakta göstererek söz konusu argümana karşı çıkar bir bakıma. Yönetmen,
“Amerikan ailesi güvende” der gibidir. Ruth Bader Ginsburg’un davayı kazanmak
için kurduğu söylem tamamen Amerikan siyasetine ve kültürüne övgü
niteliğindedir. Mahkemenin mevcut işleyişi değiştirdiği takdirde öncü olacağını,
miadını doldurmuş bir kanun için yeni bir emsal yaratmış olacaklarını, artık
var olmayan türde bir Amerikan kültürünü ve geleneklerini koruyan bu yasaların
değişmesi gerektiğini söyler. Zaman değişmiştir yasalar da değişmelidir. Filmin
sonunda Ruth Bader Ginsburg’un
Amerikan bayrağını hayli çağrıştıran mavi kıyafetiyle, Amerikan kongre binasını
arkasına almış ve iki sütun arasına yerleştirilmiş biçimde kadrajlanmasıyla söz
konusu söylem pekişir

Bu
söyleme göre Amerikan siyasetinin ve demokrasi kültürünün sunduğu olanaklar
sayesinde Ginsburg kadın ve Yahudi kimlikleriyle savcılık yapabilmektedir. On the Basis of Sex’in sonuyla Glorias’ın sonunu karşılaştırmak
filmlerin söylemlerinin farklılığını çok daha somut biçimde ortaya koyar
niteliktedir.
On the Basis of Sex’te Ruth Bader Ginsburg’un ona her
anlamda destek veren anlayışlı kocası Martin Ginsburg’u canlandıran Armie
Hammer hakkında 2021 yılında tecavüz ve şiddet ifşalarının yapılması ise
Amerikan kurumlarını ve demokrasisini övme amacıyla yola çıkan böylesi bir film
için en hafif tabiriyle bir “talihsizlik” olduğunu da eklemek gerekiyor.[5]
#MeToo
sürecinde ifşa olmuş sektördeki faillerin doğrudan ya da temsili anlatımına yer
veren yapımlara ise Bombshell (Jay Roach
2019), The Morning Show (Jay Carson
Kerry Ehrin
2019) ve The Assistant (Kitty Green 2019) örnek
verilebilir. Bombshell, Fox News’ün sunucularından
Gretchen Carlson’ın, 2016 yılında işten çıkarılmasının ardından kanalın
kurucusu ve CEO’su olmasının yanında Murdoch ailesinin dostu ve Amerikan
medyasının en güçlü isimlerinden Roger Ailes’e cinsel taciz davası açmasını
anlatır. Ailes, Fox News’ün önemli ismi Megan Kelly’nin de aralarında olduğu birçok
kadının anlattıkları sonucunda işten çıkarılır. Film bu anlamda bir hayli The Morning
Show’a benzer. Ancak The Morning Show’un ilk sezonunda birbiriyle
anlaşamayan, birbirine dair önyargı sahibi olan kadınların diyalog kurarak dayanışma
geliştirmeleri teması hayli baskındır. Dizinin ikinci sezonu ise #MeToo etkisindeki sosyal medyanın iptal etme
(cancel/ canceled) ve linç kültürü yarattığını ileri sürüyor daha ziyade.[6] Bombshell, Gretchen Carlson, Megyn Kelly ve davada yer
alan yirmi üç kadının ortak özelliklerinden yola çıkılarak yaratılan kurmaca
bir karakter olan Kayla Pospisil üzerinden
ilerliyor. Karşımızda The Morning Show’da olduğu gibi herkesin her şeyi bildiği ve ‘normal’ karşılayarak göz
yumduğu bir yapı var.
Madhumita Pandey ve Tara Kaushal’ın Hindistan özelinde “erkekler neden tecavüz
ediyor” sorusunun yanıtını aradıkları araştırmalarında, “bu adamlar, kadının
rızası diye bir şeyin farkında bile değildi ve tecavüzün ne olduğu konusunda
ortak bir tanımları da yoktu” sonucuna varıyorlar.[7] Bombshell’de Roger Ailes ve The Morning
Show’da Mitch Kessler için de benzer bir şey söz konusu aslında. Erkeklik
zehirlenmesi olarak da tarif edebileceğimiz biçimde çevrelerindeki kadınlarla
kurdukları istismar ilişkilerinde ‘rıza’ aramıyorlar. ‘Rıza’ya ihtiyaç
duymuyorlar bir nevi. Roger Alles, kadınları bacaklarının nasıl
göründüğüne bakarak işe alıyor. Liyakatlerine göre değil. Kanalın giysi odası
tek tip elbiselerden oluşuyor. Kadın sunucular bacaklarının görünmesi için kısa
etek ve elbiseler giyiyorlar. Haberler şeffaf cam masaların olduğu bir dekorda
sunuluyor.[8] Alles, kadınların
işe girmesinin yazılı olmayan kuralı çerçevesinde işe aldığı tüm kadınlarla
birlikte oluyor. Kaya Pospisil haç kolyesini çıkarmayan, Fox Tv izleyen
muhafazakar bir aileye sahip, mesleğini çok seven hırslı genç bir kadın.
Yükselmek istiyor. Onun mesleğine olan tutkusunu fark eden Alles’in sekreteri onu
Alles’in odasına “yolluyor” bir gün. Pospisil’in Alles ile görüştüğü ve
sistematik tacizin başladığı sahne röntgenci eril bakışa hizmet ediyor ancak
taciz sürecinin nasıl işlediğini de ortaya koyuyor. Kayla Pospisil tacize
uğradığının kesinlikle farkında fakat itiraz ettiği anda işini kaybedeceğinin
ve Alles tarafından kovulan birinin tekrar iş bulmasının zor olduğunun da
farkında. Pospisil’in yaşadığı anksiyete, çelişki ve gerilim gayet somut. Kelly
kendi tacizini anlatırken, sözleşmesinin yenilenmemesiyle tehdit edildiğini
söylüyor. Bombshell’in en önemli
işlevi ataerkil kültür tarafından sıkça tekrarlanan “kadınların yükselmek için
bile isteye erkeklerle birlikte olduklarına dair” ezberin ve mitin bize yalan
söylediğini ifşa etmesi. The Morning Show’da program ekibinin,
yöneticilerin, reytinglerin yıldızı
Mitch Kessler’dır. Dizi, Kessler’ın farklı biçimlerde zarar verdiği eşi Paige,
program partneri Alex, yapımcısı Mia, muhabir Hannah ve sesçi Ashley’nin
aralarında bulunduğu beş kadının deneyimlerini aktarmada oldukça başarılıdır.
Aslında sarhoşken tecavüze uğradığını ve bir tür gaslight’a maruz kaldığını
süreç içerisinde kabul eden Alex’in, Ashley ve Hannah’nın aktarımları Bomshell’de olduğu üzere bir hayli ezber
bozucudur. Ashley ve Hannah’nın aktarımlarında herkes tarafından sevilen, güçlü
bir figürü karşılarına almaktan, reddetmekten duydukları korku açık biçimde
görülür. Hannah karakterinin travma sonrası stres bozukluğu yaşaması,
uyuşturucu kullanması ve nihayetinde aşırı doz alımı nedeniyle ölmesi
istismarın kadınlar üzerindeki etkisini çarpıcı biçimde ortaya koyar. Mia ise “işinde
yükselmek amacıyla Kessler ile sevgili
olduğuna” dair inanış nedeniyle iş arkadaşlarının hayli acımasız dedikodu,
dışlama ve hakaret mekanizmalarına maruz kalır. Oysa dedikodu, dışlama
ve hakaretten oluşan aynı mobing mekanizması evli ve iki çocuk babası olan ve
gücünü kötüye kullanarak çevresindeki birçok kadını istismar eden Kessler’a asla uygulanmaz. Bomshell’de Rupert Murdoch’un, Alles’in işine son vermesi
Murdoch’u kurtarıcı konumuna oturtuyor. Böylesi bir filmin Amerikan kurumlarını
övmek ve Murdoch’u kahraman gibi göstermek şartıyla yapılabildiği söylenebilir.
Bombshell bu anlamda On the Basis of Sex’le benzerdir. The Morning
Show’da Alex ve Bradley’nin Hannah’nın intiharı sonrasında Kessler’a dair
canlı yayında açıklama yapmalarına fiziksel anlamda onları koruyarak, stüdyoyu
kilitleyerek destek veren de Cory’dir. The
Morning Show’da Bombshell’den farklı olarak, Kessler’ın tacizlerinin tanığı ve suç
ortağı olduğu için şirket CEO’su Fred de işten atılır. Oysa Bombshell’de sistemsel sorun tek kişiye
indirgenerek çözüme kavuşturulur. Örneğin Alles’in odasına kadınları yollayan
sekreteri Fay’in akıbeti belirsiz bırakılır.

The Assistant ise sorunun kişilerden değil
bizzat yapıdan yani göz yumma onaylama kültüründen kaynaklandığını anlatması
bağlamında önemli bir yapımdır. Filmde Roger
Ailes ve Harvey Weinstein’ı temsil eden bir yapımcı karakteri vardır ancak
sadece telefondan ya da kapalı kapıların ardından duyulan otoriter bir sesten
ibarettir. Görünür değildir. The
Assistant bu görünmeyen karakterin eylemleri
etrafında olup bitenlere asistan Jane’in gözünden tanıklık etmemizi isteyen bir
yapıya sahiptir. Kendimizi büroda çalışan herhangi biri gibi hissederiz ve Jane’le
birlikte bazı tuhaflıkları fark etmeye başlarız. Jane, toplantı öncesi yapımcının odasını temizlerken yerdeki küpeleri ve
kravatı toplar, küpeyi almaya gelen sahibine teslim eder, çöpte bulduğu
enjeksiyon iğnelerini çöpten çıkararak tıbbi atık torbasına koyarak kendi
çöpüne atar. Toplantı için yapımcı
beklenirken çalışanların “ben
olsam o koltukta oturmam” deyip kahkaha atmalarını garipser, muhasebeden gelen ödeme
listesinde isim yazılı olmayan iki ödeme kalemi görür. Oyunculuk seçmeleri için
gelen genç kadınları yapımcının otel odasına yönlendirir. En sonunda olan
biteni anlamlandırdığında şirketin insan kaynakları yöneticisine gidip şikayet
etmeye niyetlenir ancak “merak etme onun tipi değilsin” yanıtını alır, işten
atılmak istemediği için şikayetinden vaz geçer. The Assistant’ın izleyiciye konumunu ve gücünü kötüye kullanan
yapımcı figürünü göstermeyişi,
sorunların bir kişinin özelliklerine indirgenmesi riskini bertaraf eder. Ailes ve Weinstein gibi insanlar ortadan kalktığında sorun da olmayacakmış hissi bir yanılsamadan
ibarettir çünkü. Kitty Green kendisiyle yapılan bir söyleşide Bombshell filmini
sevmediğini açıklarken şunları söylüyor: Bu konuyu ele alma biçimleri, o şirketteki daha geniş sistemsel
sorunları ve kültürel cinsiyetçiliği göz ardı edip ve bunun yerine sorunları
olan bazı yüksek güçlü insanlara odaklanmayı tercih ediyor. Harvey
Weinstein'dan kurtulmuş olabiliriz ama bu saldırganların iktidar sahibi
olmasını sağlayan ve yaptıklarını yapmalarına izin veren kültür hala var. Bunu
biraz daha incelemek gerekiyor[9]
Kadın
bedeni ve cinselliğini, eril şiddet hikayelerini anlatan yapımlar arasındaysa Big Little Lies, Sharp Objects (Marti Noxon 2018), Promising Young Woman (Emerald
Fennell 2020), Mare of Easttown (Brad Ingelsby 2021) ve
Last Duel (Ridley Scott
2021) yer alır. Big Little Lies, üst sınıfa mensup Madeline, Jane,
Bonnie, Celeste adlı karakterler üzerinden, çocukluk travmaları, ev içi şiddet
ve gaslighting’e dair farkındalık yaratan bir dizidir. Mükemmel görünümlü bir hayatı ve
evliliği olan Celeste’nin terapi
sahneleri, “şiddete uğrayan kadınların neden ilişkilerini sürdürdükleri” ve “neden
şiddetten kimseye söz etmedikleri” gibi ezberlere yerleşmiş mağdur suçlayıcı sorulara
tane tane yanıt veriyor. Kadınların saldırıya uğrarken aynı anda bunu kayıt
altına almaları mümkün değildir. Kadınlar, ailelerine ve arkadaşlarına küçük
düşmemek için, kendilerini mağdur konumda görmek istemedikleri yüzleşmekte
zorlandıkları için, uzun zamandır istismar içeren ilişki içerisinde yer
almaktan kaynaklı biçimde özgüvenlerini ve kişiliklerini yitirdikleri için ve
daha birçok nedenle şiddetten söz etmeyebilir ve ilişkilerini sürdürebilirler. Big Little Lies, kadın karakterlerin
hayatlarındaki eş ve sevgililerini de ele alarak aslında büyümemiş ve
sorumluluk sahibi olmayan çocuklara benzediklerini, çocukluk travması
iyileşmediği için aynı patterni yetişkin ilişkilerinde sürdürdüklerini
gösteriyor. Mare of Easttown ve Sharp Objects dedektif ve gazeteci
rolündeki iki kadın karakterle, farklı öykülerle, aynı temayı ele alır. Mare’nin
en yakın arkadaşı Lore dışarıdan bakıldığında kusursuz bir evliliğe sahiptir
Celeste gibi. Ancak cinayet ve istismar öyküsünün ardından onun eşi çıkar. Sharp Objects’te de ana konu genç
kızların kaybolması ve öldürülmesidir. Katil yine aile içinden ve tanıdıktır, Camille’in
küçük kız kardeşi. Sharp Objects buraya
dek adı anılan tüm yapımlardan farklı biçimde Amerikan kültüründeki şiddet
geleneğini tarihsel materyalist biçimde ele aldığı için hayli önemlidir.
Kurmaca bir tarihsel gün olan Calhoun Day yüzleşilmeyen şiddet kültürünün yerleşmesinin
temsili halini alır. Camille’in lise öğrencisiyken yerleşik bir ritüel
çerçevesinde okulun futbol takımının tecavüzüne uğramış olması bu tarihsel
bağlamı tamamlar. Mare ve Camille bedenleri ve cinsellikle olan ilişkilerinde
egemen söylemin dışına çıkan özgüvenli karakterlerdir aynı zamanda. Promising Young Woman 2015 yılında
Standford Üniversitesi kampüsünde Chanel Miller’a tecavüz saldırısının suçlusu
olan Brock Turner’a atıfta bulunan bir filmdir.[10] Yüzücü olduğu için dava
sırasında Turner’dan sıkça “umut vaat eden genç adam” olarak söz edilmiştir.
Promising Young Woman bu ifadeyi baş karakter Cassandra
için kullanarak, neden ölen genç kadınları değil de onlara zarar vererek onları öldürenleri “umut veren” olarak
nitelediğimizi sorgulamamızı sağlar.

Tıp
fakültesinde öğrenciyken, tecavüze uğrayan arkadaşının intiharına tanık olarak
muhtemel travma sonrası stres bozukluğu nedeniyle okulu bırakan Cassandra,
Lisbeth Salander gibi hayatını intikama adar. Yönetmen onu birkaç kadrajda
Meryem Ana’ya benzer biçimde temsil eder. Promising
Young Woman Cassandra’nın günlük rutini aracılığı ile tüm erkeklerin,
sarhoş ve iradesiz / çaresiz durumdaki kadınlara arzu duyduğunu, sarhoş
kendinden geçmiş bir kadının; en eğitimli, kariyerli, güvenilir görünen erkek
için turnusol işlevi gördüğünü gösterir. Bu anlamda The Morning Show’un ilk sezonunda sarhoş ve yarı baygın vaziyette
Cory’nin yanına gelen Bradley’e Cory’nin gösterdiği ihtimam olması gerekene
dair örnek teşkil eder. Efsanevi Thelma
ve Louise’nin (1991) yönetmeni Ridley Scott tarafından yönetilen The Last Duel (2021), 1388 yılında yani
14.yy sonlarında geçen bir olaya dayanıyor. Scott’un ortaçağda geçen bir öykü
üzerinden son derece somut biçimde #MeToo döneminde yaşananlara göndermede bulunmasının
yanında yaşananları ortaçağ zihniyetine benzettiği de ortadadır.[11] Film soylu bir karakter
olan Leydi Marguerite de Carrouges’un, kocasının
arkadaşı Jacques Le Gris’nin tecavüzüne uğramasını ve susmayarak tecavüzü ifşa
etmesini üç karakterin bakış açısından üç bölümde anlatıyor. Jacques Le
Gris’nin bakış açısı ikinci bölümü oluşturuyor. Bu bölümde son derece narsist
ve kendine hayran olan bir erkeğin kendisine yönelik sıradan bir gülüşü, bakışı
ne kadar çarpık yorumladığını görüyoruz. Leydi Marguerite’a yönelik şüphe ve
sorgulama; dönemsel dinamikleri ve dönemsel bağlamı usta biçimde aşarak Leydi
Marguerite’nin #MeToo sürecinde konuşmakta olan kadınları çağrıştırmasını
sağlıyor, sürekliliğini kuruyor. Leydi Marguerite farklı ortamlarda sürekli
başına geleni anlatmak zorunda kalır. Rıza ile isteyerek birlikte olmadığını,
zevk almadığını, tecavüze uğradığını kanıtlamak zorunda bırakılır. Jacques Le
Gris’yi yakışıklı bulduğunu söylemiş olması dahi aleyhine delil olarak
kullanılır, uzun zamandır evli olmasına rağmen hamile olmayışı ve eşiyle
ilişkisine dair ayrıntılar kamusal alana dökülür. Herkesin bu konu hakkında söz
sahibi olması mümkün olur. Ailesini rezil etmekle, dedikodu malzemesi vermekle
suçlanır. Jacques Le Gris, tıpkı Mitch Kessler gibi kimseye zorla bir şey
yapmadığında ısrarcıdır ve ismi lekeleneceği için hayli öfkelidir. Bunun
üzerine Jacques Le Gris’nin avukatı / danışmanı şöyle söyler:
“Çok garip, tecavüze uğradığını
söyleyip kendi hayatını tehlikeye atıyor bunu neden yapsın ki? (...) Ve yine de
büyük baskıyı göze alarak adını ve namını riske atarak Leydi Marguerite bunun
yaşandığını söylüyor”
Soru
çok basit, bunu neden yapsın ki ?
Bunu
neden yapsınlar ki ?
[4] Thomsen, Veronika
Bennholdt. “Kadın
Emeğinin Geleceği ve Kadına Yönelik Şiddet” içinde Son Sömürge Kadınlar, der. Veronika Bennholdt-Thomsen, Maria Mies, Claudia Von
Werlhof, çev. Yıldız Temurkürkan, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008,
ss:177-202