13 Şubat 2022 tarihinde Birgün Pazar ekinde yayınlanmıştır
Dijital yayıncılık sinema perdesiyle yarışacak denli güçlendiğinden buyana hakim anlatıların kırıldığı, stereotiplerin değiştiği yeni anlatılar karşımıza çıkmaya başladı.
Bu değişim kadın dedektifler için de geçerli.
1991 tarihli Prime
Suspect dizisinin karakteri Jane Tennison, ataerkil bir sistem içerisinde var
olmaya çalışmasıyla ilk örnek olarak kabul edilir. Aslında aynı yıl çekilen Silence of the Lambs’te Clarice Starling
karakteri de ilk örneklerden biridir. Açılış bölümünde koşarken okul
arkadaşlarının ona ıslık çalarak arkasından bakıp gülmesi, erkek polislerle
dolu bir asansörde tek başına kadrajlanması ya da yine erkek polislerin olduğu
otopsi odasında herkesin gözü üstündeyken kokuya karşı kremi arkasını dönerek
sürmesi oldukça meşhur sahnelerdir. Televizyon dizilerinin stereotipik kadın
dedektifleri Tennsion ve Starling’i izler bir bakıma. Forbrydelsen’in Sarah Lund’u ve Bron
Broen’in Saga Norén’i işkolik, yalnız ve mutsuzdur. Dahası iyi dedektif olmanın aile bağından azade, duygusuz
ve yalnız olmayı gerektirdiği, duygusal bağın zaaf olduğu söylemiyle
karşılaşıyoruz. Asperger sendromlu Saga Norén, rasyonel
ve zaaflarından arınmış kadın dedektifin nedenselleştirilmiş halidir.
Duygularını kontrol ederek kuralları en
yakınlarına dahi uygulamaktan çekinmeyen kadın dedektif stereopinin
değişiminde The Fall’un Stella Gibson
karakterini anmak gerekir. Gibson’un kendisini önceleyen kadın dedektiflerden
farkı toplumsal cinsiyet çalışan birçok akademisyenin yazdığı üzere sivri
topuklu ayakkabıları, dar etekleri, arada açık unuttuğu düğmeleri olan ipek
gömlekleri, yüzüne yapılan yakın çekimler, dizinin katili Paul Spector ile
arasında kurulan cinsel gerilimle hayli fetişleştirilmiş fallik bir kadın
karakter oluşudur. Karşı çıktığı halde kendisini öpmekte ısrar eden eski erkek
arkadaşı Jim Burns’e yumruk atar. Ancak aynı direnişi Paul Spector kendisine
saldırdığında gösteremez. Çünkü dizi iki erkek karakter arasında erillik
üzerinden bir hiyerarşi kurar. Stealla Gibson birçok sahnede doğrudan toplumsal
cinsiyet politikası yapar. Arkadaşıyla barda oturduğu bir sahnede elinde iki
kadehle yanlarına gelen adama garson muamelesi yaparak elinden bardakları alır ve
garson değilse neden ayakta dikildiğini sorar örneğin. Ya da soruşturma
geçirdikleri başka bir sahnede polis arkadaşına “maskülen bir yapıda çalışmayı
tercih ettik bizi yenmesine izin vermeyelim” der. Bunların dışında Gibson da
yalnızdır, daimi bir ilişkisi yoktur. Yönetebileceği insanlarla kısa süreli
ilişkiler yaşar. Yürüttüğü dava bittiğinde büyük, bomboş evinde tek başına
otururken görürüz onu.
Jane Campion ve
Gerard Lee tarafından yaratılan Top of
the Lake’in Robin Griffin’i kadın dedektif geleneğinde tam anlamıyla bir
kırılmaya işaret eder. Kasabasında kendi şefinin de dahil olduğu suç yapısını
ortaya çıkaran Griffin, ne çok rasyonel ne çok duygusaldır. İkisinin sentezidir.
Duygusallığının neden olduğu zaaflarla hatalar yapar, üzülür, geçmişinden
getirdiği yaraları vardır. Mesleğine ara verir, geri döner. Top of the Lake Jane Campion’un hemen
tüm filmlerinde karşımıza çıkan (The
Portrait of a Lady’de Gilbert Osmond ya da Bright Star’da Charles Brown gibi) manipülatif ve bu nedenle
tehlikeli erkek karakterlere sahiptir. Campion hiçbir karakterini idealize
etmez, yargılamaz, kadınların
hatalar yapabileceğini aynı hataları tekrarlayabileceklerini söyler. Top of the Lake’de Holly Hunter tarafından canlandırılan GJ
karakterinin önderlik ettiği Paradise isimli kadın köyü / klanı hayli ütopik
bir yapıdır ve öncülünü Bron Broen
dizisinin son sezonunda Harriet isimli karakterde görmek mümkündür. Ursula Le
Guin karakterlerini andıran Harriet, bir köy sahibidir. Kiracılarından para
almaz tek şartı iyi insanlar olmaları ve herkesin birbirine yardım etmesidir.
Unbelievable dizisinde Karen Duvval
ve Grace Rasmussen, Mare of Easttown’da Mare Sheehan kadın dedektif stereotiplerindeki
değişimin en yeni örnekleridir. Karen Duvval son derece şefkatli, sakin ve
inançlıyken ortağı Grace Rasmussen, Sarah Lund ve Saga Norén rasyonelliğine
sahiptir. Duvval ve Rasmussen’in önemi, Mehmet Açar’ın da söylediği gibi[1] tecavüze
uğradığını söyleyen genç kadına yaklaşımlarındaki farklılıklarıdır. Travma
sonrası stres bozukluğundan bihaber erkek dedektiflerin mağdurun çelişkilerini
yakalamaya çalışıp en sonunda “uydurmuş” diyerek dosyayı kapatmalarının tersine
Duvval ve Rasmussen şefkatle, koruyarak, adeta mağdurların üzerine titreyerek,
onları incitmeden ve her an yanlarında olarak soruşturmayı yürütürler. Mare of
Easttown’da Kate Winslet tarafından canlandırılan Mare Sheehan ise Top of the Lake’in Robin Griffin’i gibi
küçük kasabasını karşısına alarak tacizcinin, katilin uzağımızda olmadığını
hatta çoğu zaman en “düzgün” görünen, asla şüphe etmediğimiz en yakınımızdaki
insan olduğunu ortaya çıkarır. Bunu yaparken Sarah Lund ve Saga Norén
rasyonelliğine, şüpheciliğine, mesafesine sahiptir hem de Robin Griffin’in
şefkatine.